Jane Eyre
Jane Eyre; İngiliz edebiyatının başyapıtlarından sayılan, Brontë kardeşlerden Charlotte Brontë'un en büyük eseri. Öksüz ve yetim küçük bir kızın dayısının yanına verilmesinden itibaren zorlu yaşamını anlatan bu roman hakkında bazı iddialar var. Brontë kardeşlerin en küçüğü Anne'in 5 yıl mürebbiyelik yaptığı evden bir anda kardeşlerine haber vermeden döndüğü biliniyor. Evde yaşadıkları hakkında kız kardeşleri dahi kimseyle konuşmadığı söyleniyor. İddiaya göre Charlotte Brontë, Jane Eyre için ilhamını küçük kız kardeşi Anne'den almış, bir diğer iddia ise Jane Eyre'i aslında Anne'in yazdığı ve Charlotte'un romanı ondan çaldığı yönünde. Bu iddialar doğru mu bilemeyiz ama Jane Eyre'in dünya edebiyatında önemli bir yerinin olmasında birçok sebep olduğunu düşünmekteyiz. 1800'lerde böylesine güçlü karakterli bir kadın yazmak herkesin harcı değil ki bunu da kitabın ilk feminist hareketlerden sayılmasından çıkarabiliriz.

Öncelikle Jane Eyre'i belirli bir olay örgüsüyle ele almadan önce değinmek istediğim birkaç nokta var. Jane Eyre'in bize o dönemin İngiltere'si hakkında ciddi ipuçları verdiğini düşünmekteyim.Özellikle toplumdaki tabakalaşmayı, katı ve geleneklerine son derece bağlı olan insanları görmekteyiz. Ayrıca kadının toplumdaki yerini rahatlıkla gözlemleyebilmekteyiz.
Değinmek istediğim bir diğer nokta ise, Jane Eyre'in yazıldığı dönem için etkileyici düşüncelere sahip oluşudur. Jane Eyre'in kadının toplumdaki yerinin sorgulamasını yapması ve kadının gücünü ifade etmeye çalışan bir roman oluşu onu ilk feminst romanlardan yapıyor.
Olayları belirli bir sırayla incelemek gerekirse kitap, Jane'in yengesinin evinde yaşadıklarından başlıyor. Kuzeni olan John Reed'in taş yürekli despotlukları, John'un kız kardeşlerinin kibirli umarsızlıkları ve yengesinin soğukluğundan bahsediyor. Ayrıca evde yengesinin; oğlunun davranışlarını cezalandırma girişiminde dahi bulunmadığı, oğlu ne yaparsa yapsın yengesi için oğlunun onun kuzusu olduğunu görmekteyiz. Aslında yengesinin bu davranışları, ileride "kuzusunun" yaptığı hiçbir davranışın sorumluluğunu üstlenemeyecek acizlikte bir insan oluşunu apaçık bir biçimde kitapta gösterilmiş.
Yatılı okula gönderildiği süreçte Jane'in Helen'le olan masumane dostluğuna, Mrs. Temple ile olan iletişimine tanık olmaktayız. Jane'in başarılı öğrencilik hayatı sonrası okulunda 2 yıl süren bir öğretmenlik süreci olmuştur. Bu süreçte Jane olgunlaşmış bir genç kadın olarak karşımıza çıkmakta.
Jane 2 yıllık deneyimi sonrası artık gerçek hayatı tanımak istemektedir. Hayatının sıradanlığından bıkmış olan Jane bir Fransız kıza mürebbiyelik yapmak için Thornfield'da işe başlıyor. Thornfield, Jane için sıcak bir ev ortamı oluyor. Bu dönemde Jane erkeklerin kadınlardan üstün olmadığını, kadınların yemek pişirip çorap örmekle, piyano çalıp nakış işlemekle yetinmelerini istemenin dar kafalılık olduğunu ve kadınların bir şeyler öğrenmek istemesine, geleneklerin kendisi için yeterli saydığı şeylerden daha fazlasını yapmak istemesini alaya almanın düşüncesizlik oluşunu sıklıkla satır aralarında bahsetmektedir. Rochester ve Jane arasındaki ilişkiye gelecek olursak; ilişkilerinin Rochester ve Jane arasındaki sohbetlerle başlaması, Rochester'ın Jane'in hazırcevaplılığı ve zekasından etkilenişiyle ilerleyişi son derece hoş bir süreçti. Ayrıca Rochester ile Jane arasındaki ilişkide toplumsal statülerinin farklı olmasına rağmen birbirlerine sürekli eşit olduklarını vurguladıklarını görmekteyiz.
Jane'in Thornfield'dan ayrılması sırasında sürekli vurguladığı özgür kadın imajı ortaya çıkmakta. Ayrıca buradan kendine olan saygısını kaybetmemek için ayrılması da onun iradesini bize net olarak yansıtmaktadır. Son olarak bahsetmek istediğim bölüm Jane ve Rochester'In kitabın sonundaki birliktelikleri. Burada ikiliyi koşulsuz sevgi ve birbirlerini tamamen denk olduklarını bilir halde buluşumuz bize kitabın bel kemiği olan koşulsuz sevgi ve eşitliği son kez ve etkili bir biçimde vurguluyor.
"Birbirimizle konuşmak yalnızca yüksek sesle düşünmek gibi geliyor bize. İçimden bütün geçenleri ben anlatıyorum, o da bütün içinden geçenleri bana anlatıyor. Yaradılış bakımından birbirimize iyice dengiz; bunun sonucu da tam bir anlaşma oluyor."
Jane Eyre
ACTON BELL
Romanın kahramanı Jane Eyre güçlü bir karakter. Rochester'ın deyimiyle çoğunluktan ayrı bir kalıba dökülmüş. Küçük yaşta hem öksüz hem de yetim kalmış. Dayısı ona evini açmış fakat dayısı ölünce yengesi ve kuzenleri tarafından hep hor görülmüş. Romanın başlarında Jane'in o evde karşılaştığı kötü tutuma göğüs germe çabalarını ve neden acı çektiğini sorgulamasını okuyoruz. Kuzeni John Reed evdeki tek erkek olduğu için hep yüceltilip hareketlerinin sonuçlarıyla yüzleştirilmemesi ve annesinin bu yanlış tavırlara gözünü kapatması ileride John'un hayatının geldiği noktanın ana etkeni olduğunu düşünüyorum. Jane'in John'un bu tavırlarına boyun eğmeyip dik durması güçlü bir karakter olduğunu gösteren olaylardan.
Romanın sonlarına doğru Jane eski evine döndüğündeki tavrı karakterindeki gelişimi gözler önüne seriyor. Değişiminde Lowood'un yadsınamaz bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Lowood çok baskıcı bir okul. Jane orada Helen adında bir kızla arkadaş oluyor. Helen'in düşünce şekli çok farklı. Onun fikirlerini okumak merak uyandırıcıydı. Kendisine yapılan kötü davranışları serinkanlılıkla karşılaması Jane'in büyüdükçe daha da dinginleşmesine yol açmış olabilir. Romanı bu yüzden çok sevdim. Her karakter çok farklı düşünce yapısına sahip ve Jane'in gözlemleri sayesinde onları daha yakından tanıyoruz.
Müdirenin evlenmesinin ardından Jane, Lowood'da daha fazla kalmak istemiyor. Çünkü bu sekiz yılda dünyası sadece Lowood olmuş durumda. Bir zamanlar başka bir dünyanın var olduğunu hatırlıyor ve farklı yerler görmek istiyor. Lowood'a ilk geldiğindeki Jane ve ayrılırkenki Jane arasında çok büyük farklar var. Fakat yine de gerçek dünyayı keşfedebilmiş değil. Özgür ruhlu olduğu için monotonluktan hoşlanmıyor. Lowood'dan ayrılıp bilinmezliğe adım atmak onu heyecanlandırıyor.
Sonrasında yeni evi olan Thornfield Malikanesi çok gösterişli bir yer. Malikanenin sahibi Rochester yıl içinde oraya çok nadir uğradığı için evin yardımcısı Bayan Fairfax Jane'in gelişine seviniyor. Fakat Jane için hayat tekrardan sıradanlaşıyor. Yenilik isteğiyle çarpıyor yüreği. Rochester'In gelişi Jane'in tekdüze hayatına heyecan katıyor. Rochester'la malikanede yaptıkları konuşmalar etkileyiciydi. Jane'in Rochester'ın kaba tavırları karşısında dik durup öz güvenle cevap vermesi Jane'de sevdiğim özelliklerden.
"Salt benden daha büyük olduğunuz benden çok yer gördüğünüz için bana buyurmaya, söz geçirmeye hakkınız olduğuna inanmıyorum efendim. Üstünlük savınızda haklı olup olmayışınız yaşınızdan, deneyimlerinizden yararlanma derecenize bağlıdır. "
Jane Eyre
Bence Jane'in yaptığı bu konuşma onun kişiliği hakkında çok fikir veriyor. Düşündüklerini cesaretle söyleyebilmesi, söylediklerinin etkileyici ve haklı şeyler olması Jane Eyre'e derin bir hayranlık duymamı sağladı. Jane kendi değer yargılarına göre hareket eden bir karakter. Bu değer yargılarına göre Rochester'ı bırakıp beş parasız bir şekilde hayat mücadelesi veriyor. Bir yanı aşkının peşinden gitmek isterken o uzaklara gidip kendisine yeni bir hayat kuruyor. Kendi emeğiyle onurlu bir yaşam mücadelesi veriyor. Kendisine kalan mirasa sevinmekten çok, akrabalarını bulduğuna sevinmesi ve mirası onlarla paylaşması yüce gönüllüğünü gösteriyor. Romanın sonunda Rochester'ın kör olup kendine bakamayacak hale gelmesine rağmen Jane'in onu hep aynı şekilde sevmesi ve aşkının saflığı çok etkileyiciydi. Kitaba dair sevdiğim bir nokta da yazarın hak ettikleri sonu onlardan esirgememesiydi.
ELLIS BELL

Jane Eyre, anne ve babasını kaybettikten sonra dayısı, yengesi ve 3 kuzeniyle yaşamaya başlar. Dayısı onu çocuklarından hiçbir şekilde ayırmazken (hatta zaman zaman Jane'i üstün tutsa da) o öldükten sonra hayat Jane'e zindan olur (Bu duruma dayısının Jane'e olan düşkünlüğünün de küçük bir payı olduğunu düşünmeden edemedim.). Yengesinden ve kuzenlerinden her türlü zorbalığa maruz kalmasına rağmen inatçı, hazırcevap, açık sözlü ve cesur ruhundan hiçbir şey kaybetmemiştir hatta bu nitelikleri katlanarak artmıştır. Ev sahibinin bu tarz davranışları çalışanların da (Bessie hariç-çoğunlukla) Jane'e ve kuzenlerine olan tavırlarının farklı olmasında bir faktör olmuştur bence. Jane, kutusuna çekilmek yerine kendine yapılan haksızlıkları hep dile getirmiş, küçük bir çocuk olduğundan verilen cezalara karşı koyamasa da kendini her zaman savunmuştur. Evdeki en yakını Bessie bile onu sevmesine karşın Jane'i savunmamıştır. Bu gibi durumlarda Jane'in yalnızlığını sonuna kadar hissedebiliyorsunuz. Jane'in küçükkenki bence en büyük özelliklerinden birisi ona yapılan haksızlıkları, kinini hep hiddetle dile getirmesi. Çocukluğundan kaynaklanan bir hiddet ve cesaret de olabilir bu belki, ancak ben bunun çoğunluğunun karakterinden kök aldığını düşünüyorum. Yine bu olaylar karşısındaki ani çıkışları, hiddeti ve soğukkanlı olmayan hareketleriyle kuzeni John Reed'le kavga etmesi sonucu Kırmızı Oda'ya kapatılır ve yengesinin aldığı kararla yatılı Lowood okuluna gönderilir.
Lowood'da da açık sözlülüğü, kendinden büyüklere karşı koyabilişi, cesareti ona birçok cezaya mal olmuştur. Okuldaki mistik bir tarafı olan Helen Burns'la arkadaşlığı ve Helen'in ölümü Jane'in karakterindeki aceleciliği ve hiddetin olumlu bir şekilde törpülenmesinde büyük etkisi vardır. Sanki Helen'in ölümünden sonra Jane yetişkinliğine ilk adımını atmıştır. Okulda bir süre mürebbiyelik yapıp ilk gerçek işine, Thornfield Konağı'na, giderken Jane'in ağırbaşlılığını ve sabırlı yanını ilk defa tam anlamıyla görmüş oldum diyebilirim. Thornfield Konağı'na gittiğinde evdeki çalışanlar ve öğrencisi Adela'den başka kimsenin yer almaması Jane'in o kendini bir yerlere kapatmaktan bıkmış yanında derin bir bunalım yaratmıştır. Neyse ki konağın efendisi Bay Edward Rochester'ın gelmesiyle düşüncelerini tartışabilecek, onu anlayabilecek, ona "ruhen eş" (statüleri eş olmasa da) olan bir insanla karşılaşmıştır. İkilinin bu arkadaşlığından, konuşmalarından Bay Rochester'ın Jane'e, hazırcevaplılığına, zekasına ve cesaretine, ruhuna olan hayranlığı küçük hareketlerinden anlaşılmaktadır. Bu konuşmalarla Jane'e derin bir saygı beslemeye başlayan Bay Rochester ve Jane'in yavaş yavaş birbirlerine bağlandıklarını hissedebilirsiniz. Kitapta Jane sert ve vahşi bir mizaca sahip Rochester'a işvereni ayrıca da bir erkek olduğuna aldırmadan hatalarını söyleyebilir. Bu sayfalarda özellikle Bay Rochester ve Jane'in akşam yemeği sonrası konuşmalarını sevdim. Çünkü o dönemde (hatta hala) inanılanın aksine kadınların kendilerine ait fikirleri, tutkuları, hayatın her alanı hakkında görüşleri tıpkı erkeklerin sahip olduğu gibi toplumda bilinciyle ve karakteriyle var olma hakkının olduğunu bize gösteriyordu. Üstelik bu feminist fikirler o dönemde aşağılanmaya ve ötekileştirilmeye yol açsa da. Bu yüzden Charlotte Brontë'nin bu konuşmalar sırasında aslında toplum içinde söylemek istediklerini Jane'e söylettirdiğini düşünüyorum.
Bu konuşmaların yanı sıra evde Grace
Pool adlı yardımcının gizemi de Jane'i düşündürtmektedir. Jane'in bir gece
Rochester'ın hayatını kurtarmasıyla, Rochester'ın Jane'e karşı hislerini tam
olarak anlayabildiğim yerdi, Jane'in de anladığı yer burasıydı. Bu sırada
Jane'in Rochester'a büyük bir sevgi hissettiğine emindim ama tam olarak bize
aktardığı duygunun aşk olduğundan emin olamamıştım. Jane'deki bu duygunun,
içindekini aşk olarak tanımlamasının, onu kendisine eşit gören bir insanla olan
iletişimin verdiği keyfe kendisini kaptırmış olabileceğinden kaynaklandığını
düşünüyordum. Bu gelişmeden umutlanan Jane ertesi gün için heyecanlıdır. Fakat
Bay Rochester evden ayrılır ve bazı arkadaşları (içlerinde evleneceği
dedikoduları olan Blanche Ingram da vardır) ile konağa geri döner. Misafirlerin
Jane'e davranışları hiçbir şekilde kabul edilebilir değildir. Hepsi, özellikle
de Blanche Ingram, Jane duyacak şekilde onu sürekli olarak aşağılar ve onu alt
kademeden gördüklerini saklamazlar. Burada kadın erkek eşitsizliğinin yanı sıra
sınıfsal farklılıkların da hala toplumda belirleyici rol oynadığını görmek can
sıkıcıydı. Kendilerinden daha çok ruha, kültüre, bilgiye, insanlığa sahip
olmasına rağmen bir unvana sahip olmaması Jane'in bu insanlar arasında
aşağılanması için yeterli bir sebepti. Bay Rochester hakkındaki en büyük hayal
kırıklığım tüm bunlara şahit olmasına karşın toplumu böylesine ayrıştıran, onları aşağılayan insanlara karşı hiçbir söz söylememesiydi. Oysaki önceki
konuşmaları bana kaba bir tarza sahip olmasına karşın bu tarz ayrışmaları kabul
etmeyeceğini düşündürtmüştü. Topluluk içinde böyleyken Jane'le baş başa
kaldıklarında ona olan saygısı, sevgisi değişmemişti ve Rochester'ın dahi Jane
kadar cesur olmayışının beni sinirlendirdiğini itiraf etmem gerek.

Günler
geçerken kuzeni John Reed'in ölümü ve teyzesinin hastalanmasıyla eski evine
çağrılan Jane yola çıkar. Eski kızgınlıklarından, öfkesinden, nefretinden
tamamen arındığını anlayabilirsiniz eve girdiğinde. O eve güçlü, ayakları
üzerinde duran, zeki, kararlı, ağırbaşlı ama doğruları söylemekten çekinmeyen,
kendine yapılan onca muameleye rağmen insanlığı ve vicdanı olduğu gibi duran
bir kadın olmuştur Jane. Şahsen ben bu durum karşısında Jane gibi onurlu bir
davranış sergileyemeyeceğimden neredeyse eminim, o yüzden bu iyilik karşısında
Bayan Reed'in hiçbir pişmanlık belirtisi göstermeyişi hatta üste çıkışı beni
ters köşe yaptı. Eski Jane'in o evde bu tavır karşısında bir saniye bile
durmayacağına oldukça eminim. Buradan karakterindeki o değişimi özellikle hissedebildim.
Çocukluk evinden bir akrabası olduğunu öğrenerek ve de geçmişindeki o üzücü
sayfayı kapatarak ayrılan Jane'in eski evindeyken belki de kendisini düşünmesi
daha iyi olurdu diye düşünmeden edemedim. En azından onun yerinde olsa
insanların çoğu gururunun zedelenmesi karşısında bu kadar sakin ve affedici
davranmayacaktır.
Yetişkin hayatına tekrar dönen Jane'in Bay Rochester'a olan sevgisinin aslında aşk olduğuna bu yolculuk sırasında ikna oldum. Ona olan özlemiyle konağa geri dönen Jane Rochester'In yakında evleneceği haberleriyle daha da yıkılır. Bu durumda bile hep şefkat gösterdiği küçük Adela'i unutmaz ve bu evlilikle ona ne olacağı konusunu Rochester'la konuşur. Bay Rochester'dan olabildiğince kaçan Jane sonunda o karşılaşmayı yapmak zorundadır. Ona olan aşkını itiraf eden Jane, itiraf sırasında ruhlarının da eş olduğunu, onun da duyguları ve fikirleri olduğunu, tıpkı onun gibi bir insan olduğunu Rochester'a söyler. Rochester da ona olan aşkını itiraf edince Jane'in kısa süreli mutluluğu da başlar.
"Şimdi sizinle konuşurken gelenekleri, alışkanlıkları, hatta şu ölümlü benliğimi bile hiçe sayıyorum. İkimiz de bu dünyadan göçmüşçesine. Benim ruhum sizin ruhunuza sesleniyor, ikimiz de Tanrı'nın huzuruna çıkmışız, eşitmişiz gibi... ki elbet eşitiz aslında."
Jane Eyre
Jane'le doğal olarak daha da yakınlaşan Rochester, Jane'e pahalı hediyeler alır. Jane'se bundan hoşlanmaz ve eski benliğinin, mürebbiye Jane Eyre'in değişmesini, Rochester'ın pahalı kıyafetler giyen bir kadını sevmesindense, gerçek olanı, ruhunu sevmesini ister.
Rochester'ın tarzının nişanlılık sürecinde beni biraz rahatsız ettiğini söylemeliyim, belki niyeti Jane'i değiştirmek değildi ama bir okuyucu olarak bana Jane'in daha güzel giyinmesini, daha kendine yaraşır bir eş olmasını istediğini hissettirdi. Evlilik günü gelip çattığında Rochester'ın büyük bir sır sakladığını öğrenen Jane için evden gitmekten başka çare kalmaz. Rochester'ın tüm yalvarışlarına karşın bağımsız olma arzusunu ve büyük bir irade örneği gösterdiğini düşünüyorum Jane'in. O dönemde onun sosyal konumundaki bir kadının Rochester gibi biriyle evlenmesi büyük bir nimet sayılırdı, ancak Jane bunların hepsini es geçip kendisine yalan söyleyen Rochester'ı çok sevmesine rağmen ondan ayrıldı, evlilikle gelecek birçok avantajı reddetti. Ancak evden kaçan Jane için çok iyi günler başlamadı, St. John ve kız kardeşleri sayesinde kendine yeni bir sayfa açan Jane'in Rochester'ı ruhundan bırakamadığını da görebiliyoruz.
Kitap boyunca ilahi adaletin yerini bulduğunu hissettiğim tek an Jane'e büyük bir miras kaldığını öğrendiğimiz andı, ancak o yine hayatta ona göre neyin önemli olduğunu gösterircesine tüm parasını var olduğunu yeni öğrendiği kuzenleriyle paylaşır ve hep beraber yaşamaya başlarlar. Zaman geçtikçe St. John ona bir misyonerin eşi olması istediğini söyler. Burada anlayamadığım kitap boyunca her zaman bağımsızlığına düşkün, kendi isteklerini ön planda bulunduran güçlü bir kadın nasıl olur da St John'a net bir şekilde hayır diyemedi? Aşık olduğu insanı bile direkt reddetmişken Jane'in St. John'a hayır diyememesinin tek nedeninin yeni bulduğu aileyi kaybetmek istememesine bağlayabilirim ki bunu da zekasıyla halledebileceğini düşünüyordum. Bunun kitapta Jane'in karakterine aykırı bir bölüm olduğunu düşünüyorum. Rochester'ın hayalinde kendine seslendiğini duyan Jane onu görmeye gider ancak bulduğu tek şey Thornfield Konağı'nın külleridir. Yangın olayı sırasında Rochester'ın kahramanlığını öğrenen Jane hemen onu bulmaya gider. Edward Rochester'ın artık eski heybeti kalmamıştır. Kör ve bir elini kaybetmiş olan Rochester'ın Jane'le kavuşması belki de en doğru zamana denk gelmişti çünkü Jane artık Rochester'a önceden Rochester'ın ona baktığı gibi bakabilecekti. Bu duygusal bir ilişki için ne kadar doğru sorgulasam da sanırım anlaşılabilir bir durum. Rochester'ın hiddetinin, vahşiliğinin, köşeli bütün yanlarının Jane'le törpülenmesini okumak çok hoştu. Özellikle de kendi isteklerini, bağımsızlığını, açık sözlülüğünü yani güçlü karakterini bir başkası için değiştirmeyen Jane'le. Ruhlarının yanı sıra imkanlarının, yapabileceklerinin de eşit olduğunu görmek etkileyici bir kitaba çok güzel bir son olmuş. Charlotte Bronte'nin Jane Eyre'sinin neden bir başyapıt sayıldığını anlamak kitabı okuduktan sonra çok zor değil.
CURRER BELL